4.8.12

Gerçekliğin Terör Aşamasında Sanat


Gerçekliğin Terör Aşamasında Sanat(Genç Sanat Dergisi Temmuz 2012)
Rafet Arslan
Sanat üzerinden kurgusal gerçeklikler yaratma, imajlar üretme çabası; Gerçek’in acı yüzü karşısında gecikmiş ve hüzünlü bir tavra denk düşer. Periferi’nin yokluğunu bilip, periferi de kalma;  yıkımın çoktan gerçekleştiğini bilerek, imgesel yıkım arkeolojileri kurma çabası gibi. Ama sanat; eğer kendisi hayat olamamışsa elindeki tek şiirsel protesto bundan gayrı nedir?
Yeni bir hayat için sanat, avangard’ın unutturulmaya çalışılan büyük reddiyesi, bu düş değil miydi?
Uygarlığın belki de en karanlık yüzyılı ardımızda bırakıp, daha ne olduğunu anlayamadan “cesur, yeni bir dünya”nın içine düşmüşken; “o” güzel geçmişe ağıt yakmak dışında ütopya üretilebilinir mi?
Modernin yarattığı pornografinin “miş” gibi yapma rüya/dünyasından, yeni bin yılın kitlesel “snuff film” dünyasının figüranlarına dönüşmüşken; gerçekliğe karşı Gerçek savunulabilinir mi?
Baudrillard’ın tanımıyla “hepimiz ekranın içindeyken” ekranda bir parazit, algıda bir ters köşe, alışkanlık zincirinde bir kırılma yaratılabilir mi?
Kolaycı yanıtları ya da verili kodları sıralamak yaşadığımız gerçeklik terörünün en yaygın işleyişiyken; sorular sorarak başlamak, bilinen yollar dışında gizli geçitleri yoklamak, herkesin bildiği ama sustuğu gerçekleri deşifre etmek, yamuk bakmaktan korkmayan bir öznelliğin ilk adımları olsa gerek.

Sanat Piyasasına Yamuk Bakış
Yıllardır güncel sanat ve şiir arasındaki bağlamı okumaya, deşmeye heveslendik,  küçük bir periferi adası dahilinde. Oysa şimdi o bağlam hiç düşünmediğimiz bir kısırlıkta kendi analojisini kuruyor. Artık sergi açılışlarına sadece sanatçılar gidiyor; sadece birbirlerinin kitaplarını satın alan şair cemaati gibi.
Eleştirmenler, sanat tarihçileri, galericiler, kültür yöneticileri, küratörlerin geneli bırakın açılışlara gelmeyi, sergileri gezmekten imtina etmiş durumdalar. Bazen gidilmemiş, görülmemiş sergilerin haberleri ortalıkta geziniyor. Ama çoğunlukla basın bültenlerine, “facebook event” lerine “mailing”lerdeki birkaç görsele bakıp geçiliyor; ya da hiç ilgilenilmiyor. Sadece; bazı açılışlar geziliyor, yazılıyor, gündeme çekiliyor. Her şeyin; ilişki ağları etrafında döndüğü, içine kapalı tuhaf bir düzenek hali. Bu manada sanat liberalleşmiyor; içine çekiliyor, belli ilişkiler üzerinden şekillenen bir feodal cemaate dönüşüyor.
Peki; hiç alternatif, insiyatif, muhalif hal-yok mu diye bir soru gündeme gelebilir. Bienaller ya da kurumsal sanat yönelimleri karşısında görülen muhalif tutumlar ya pratikten yoksun, sadece simgesel bir sinizm kolaycılığına; ya da “ben neden orada değilim” hassasiyetlerinin yan yana getirdiği yönetime el koymaya hazır, muhafazakar bir reflekse dönüşmüş durumda.(Fonlar ve benzer programların getirisiyle sanat üretip ya da başka işlerden yaşamanı kazanıp kendini piyasanın dışında konumlandıran, “ben ticari sanat” yapmam-diyen refleks ise ayrı bir soruşturmanın konusudur.)
İlk konumun sonucu hiçbir şey yapmayıp kıyamet söylemlerine bürünen sinik peygamberler ya da Bienal’lere karşı ulusal sergi yapmaya soyunan eskil bir refleksten öteye gidemiyor. İkinci konumun sonucu ise genel de daha trajikomik. Eleştirel gözüktüğü müze yönetimlerini devralmak isteyen, dar ilişki ağına sahip kültür yöneticileri ve Bienal’lere çağrılsa koşaraktan gidecek sanatçılardan oluşuyor.

Sonuçta güncel politikada sarf edilen, 80 öncesine dönme paranoyasıyla at başı giden, güncel sanatın 90 öncesine dönme travması, tuhaf bir şekilde benzeşir hale geliyor. Tarih neydi aslında, yazılan sahte tarihler dışında neler yaşandı, deneyimlendi; birikimler bu gün bağımsız sanatın yelkenine rüzgar üflüyor; yaratılan toz duman arenasında belirsizleşir.

Her şeyin kültür endüstrisine endekslendiği sanat ortamında işleyen matematik aslında basittir. Kaynak, konum, alıcı/satıcı, unvan kısıtlı; ama buna karşı sanat aktörü sayısı ise astronomik ölçüde yüksektir. Ortada sınıfsal bir çatışmadan bahsetmek zor; akla gelen en sağlıklı tanımlama ise ancak çıkar çatışması olabilir. Söz söylememin riskli hale geldiği, sanatın görece özgür addedildiği ve bir kariyer planına dönüştürüldüğü ortamda; sanat/sanatçı miti gitgide büyütülüyor,  sanatçı enflasyonu/egosu/erk’i kuvvetleniyor;  toplum denilen kara deliğin gölgesinde git gide büyüyen vahşi bir av sahası olarak.
Sürekli çok seslilikten bahsedilirken, pratikte sanat tarihçi, akademisyen, eleştirmen, müze yöneticisi, danışman, galericilerin aynı kişiler olduğu bir tuhaf oligarklaşma süreci yaşanıyor. Tüm işleyişi, kendi programları, deneyimleri, ilişki ağları ve çıkarlarına göre en fazla 20-30 kişinin belirlediği patalojik bir “çok seslilik” hali. Kanaat önderlerinin sözleri göndergesi meçhul birer gösterge gibi kabul görüyor, sınırlar çiziliyor, sanatçı ise hep biat ediyor.

Konumların, saflaşmaların, tutumların belli dünya görüşlerine ya da sanatsal duruşlara bağlı olmadığı, bu av sahasında tüm tanımlarında içi boşaltılıyor, her şey “miş gibi” yapılan bir jestler bütününe indirgeniyor.
Örneğin sansür konusu; iktidarın baskın totaliterliğinden ve onu besleyen/onla beslenen toplumsal refleksten koparılıp, kariyer arayışlarına, medya savaşlarına, “star”lık beklentilerine dönük bir oyuna dönüşmüş durumda. Mesela, herkes Bubi /Çalıkoğlu krizini konuşurken, kimse Cumhuriyet dönemi sanatında kadın sanatçıların toplu bir fotoğrafını çekme iddiasındaki “Hayal ve Hakikat” başlıklı sergisine kimin, hangi ölçüt ile dâhil edildiği; kimin, niçin dışta bırakıldığını sorgulamıyor. Kimse, hakim ilişki ağlarının dışında bırakılma, görünmez kılınma korkusunun kendisinin en büyük sansür/oto-sansür düzeneği olduğunu idrak etmek istemiyor.

Big Brother’ın sansür ve baskını -nedense-  gözler tam seçemezken, zaten ilişkilenmeye çalışılan piyasanın sansürüne karşı kör bakılıyor. Herkes,  istediğini üretmekte serbest;  galerici, yönetici, müzayedeci, menajer ya da spekülatör hiçbir karışmıyor-deniliyor. Fakat kimse de, etrafımızı işgal eden büyük, gösterişli, efektli, teknolojik, dekoratif uzayı da açıklayamıyor.  Kimse;  konsept diye gözümüzün içine sokulan sürekli, ‘Derrida, Foucault, Deleuze” parçalayan, her şeyi bunlarla açıklayan ama iş ile propektüs arasında hiçbir bağlam kuramayan kavram terörünü sorgulamıyor. Kimse; hakim dil/imge dışında olan varoluşların görünmez kılınmasını, sukut suikastlarını; git gide büyüyen çölleşmeyi düşünmek istemiyor.
Kuşkusuz bu satırlardaki en büyük eleştiri(ya da özeleştiri) sanatçılara yönelmiştir. Ama burada en çıplak ve ortada konumda olan da; üreten ve sergileyen sanatçı değil midir? Sadece belli sanatçıları, tavırları, oluşumları sıralayıp durarak sanat tarihini yazdığını düşünen kalemler, sadece ilişkide olduğu galerileri/sanatçıları haber yapan gazeteciler, haberin parasını alarak yazan eleştirmenler ise hep gölgede kalıyor.
Sürekli belli listeleri gündeme taşıyan küratörler, hiç riske girmeden sergileme politikası kuran müzeler, koleksiyoner tercihi gibi soyut kavramlara yenik galericiler; bu listeye eklendiğinde piyasa sansürü(oto-sansürü) dediğimiz şey, tam da Baudrillard’ın o keskin tanımıyla “sanatın komplosuna” dönüşüyor.
Peki ya hayat?
Gerçeklik Terörü koşullarında sanata uzunca baktıktan sonra, burada işleyen neo-liberal modelin, küre çapında gündelik hayatın her alanını/anını  işgal ettiği gerçekliğini de görmezden gelemeyiz.

Hayatımızı kaplayan ve artık sıradanlaşan, şirketlerin dünyası içinde üretilmiş kod sistemlerini açıklamak için artık yabancılaşma, nesneleşme, meta-fetişizmi, gösteri gibi tanımlar yetersiz kalmaktadır. Enerji, su gibi temel kaynakların 100 yıl içersinde tükeneceği gerçeğine rağmen, tamamen tüketim üzerinden uçuruma koşarak ilerleyen küresel insanlık durumu; daha fazla tüketim, haz, şöhret, erk için bir birlerini parçalayan bir vahşi tür gibidir.

Bu noktada;  modern uygarlığın türettiği siyasal (majör ya da minör) konumlamalar, ideolojiler, inançlar var olan sahte gerçeklikleri yeniden ve yeniden üreten simülasyon aygıtlarına dönmüş durumdadır.
Peki; gerçeklik bir terör, kitlesel bir deli gömleği, bir çelik kafes gibi her anımızı kuşatmışken, “ umut nerede” sorusunun yanıtı hangi yörünge de? Her yanımız kameralar, ekranlarla çevrelenmiş, her an ağa bağlanabilirken, demokrasi ile tek ilişkimiz oy atmakken, her şey aynılaşır ve içi boşalırken; umut?
Sigara yasağı, masa yasağı, tütün yasağı, beyaz emek yasağı, alkol günah derken gündelik hayatın her alanı iktidar tarafından rasyonalize edilmiş ve bedenin kendisi tahakküme bağlı bir bio-politik nesneye çevirmişken, nerede gizil kalmıştır “mümkün olan başka bir dünya"

Hâkim söyleme göre,  gerçeküstü reddiye rüya görme ya da düş kurma lüksüyle ilgidir. Entelektüeller bile günlük hayat içinde olmayacağını düşündükleri bir mecrayı tarif için “ne kadar gerçeküstü bir durum” der haldeler. Oysa koca Benjamin’in dediği gibi” Esrarı ancak gündelik hayat içinde bulduğumuzda, yani gündelik olanı anlaşılmaz, anlaşılmazı da gündelik olarak gören diyalektik bakış sayesinde anlayabiliriz”.
İşte ütopik, auratik, otonomik uzaylara; “şimdi ve burada” sızmak için olağanüstü bir tavşan deliği.

Küçük Kâhinsel Çekince ve Reddiye
Tüm atalete, bencilliğe, karanlığa tutkuya, konfora bağlılığa, sınıf atlama hülyasına, meşhur olma sevdasına rağmen insan bunu başarabilir mi? Modernin boğucu ninnisi halini almış içi boş hümanizme, liberalizmin uzlaşmacılık amentüsüne ve siyaseten doğruculuğun söylem/eylem sansürüne rağmen;  yeni bir düş için yeni bir insan dirilebilir mi?
İşte tam burada, tarihsel bir çatırdama anında, yeni insanı çağırmak için Baudrillard’ın kusursuz cinayet formülü devreye girer:
‘Her ne pahasına olursa olsun anlaşma ve uzlaşma ilkesi, bazen “nihai çözüm”e varan bir son çözüm ilkesidir. İnsanın ikircikli, boyun eğdirilemez ve de akılcı bir varlığa dönüştürmek için içinden kötülüğü çekip çıkarmanın hiçbir işe yaramayacağı bir hayvan olduğunu anlamak için hiç de psikanalize gerek yok. Bununla birlikte bütün ilerici ideolojilerimiz bu saçmalığa dayanmaktadır.
O zaman, evcilleştirilemez olduğu için ve doğal olarak kine dönüşen bir tortu, işlenmeden kalır. Bu anlamda nefret, virüs gibi bulaşıcı tutku; aynı zamanda yaşamsal bir tutkudur. Düzenin kusursuzluğuna karşılık, nefret en son aşamada verilebilecek yaşamsal bir tepkidir.’

O zaman; Londra ya da Atina’nın arka sokaklardan şehrin kalbine sıçrayan ateşleri, gerçekliğin terörüne karşı bir yaşamsal tepki olarak okumakta mümkündür.

Ve son bir soru…
Yeni bin yıl;  büyük altüst oluşların telaşıyla ilerlerken, sanat hayata karşı ödevini düşünmekte gecikmedi mi?

R.A.
Mayıs 2012/İstanbul