Gerçekliğin
Terör Aşamasında Sanat(Genç Sanat Dergisi Temmuz 2012)
Rafet
Arslan
Sanat üzerinden kurgusal gerçeklikler yaratma,
imajlar üretme çabası; Gerçek’in acı yüzü karşısında gecikmiş ve hüzünlü bir
tavra denk düşer. Periferi’nin yokluğunu bilip, periferi de kalma; yıkımın çoktan gerçekleştiğini bilerek,
imgesel yıkım arkeolojileri kurma çabası gibi. Ama sanat; eğer kendisi hayat
olamamışsa elindeki tek şiirsel protesto bundan gayrı nedir?
Yeni bir hayat için sanat, avangard’ın unutturulmaya
çalışılan büyük reddiyesi, bu düş değil miydi?
Uygarlığın belki de en karanlık yüzyılı ardımızda
bırakıp, daha ne olduğunu anlayamadan “cesur, yeni bir dünya”nın içine
düşmüşken; “o” güzel geçmişe ağıt yakmak dışında ütopya üretilebilinir mi?
Modernin yarattığı pornografinin “miş” gibi yapma
rüya/dünyasından, yeni bin yılın kitlesel “snuff film” dünyasının figüranlarına
dönüşmüşken; gerçekliğe karşı Gerçek savunulabilinir mi?
Baudrillard’ın tanımıyla “hepimiz ekranın
içindeyken” ekranda bir parazit, algıda bir ters köşe, alışkanlık zincirinde
bir kırılma yaratılabilir mi?
Kolaycı yanıtları ya da verili kodları sıralamak
yaşadığımız gerçeklik terörünün en yaygın işleyişiyken; sorular sorarak
başlamak, bilinen yollar dışında gizli geçitleri yoklamak, herkesin bildiği ama
sustuğu gerçekleri deşifre etmek, yamuk bakmaktan korkmayan bir öznelliğin ilk
adımları olsa gerek.
Sanat Piyasasına Yamuk Bakış
Yıllardır güncel sanat ve şiir arasındaki bağlamı
okumaya, deşmeye heveslendik, küçük bir
periferi adası dahilinde. Oysa şimdi o bağlam hiç düşünmediğimiz bir kısırlıkta
kendi analojisini kuruyor. Artık sergi açılışlarına sadece sanatçılar gidiyor;
sadece birbirlerinin kitaplarını satın alan şair cemaati gibi.
Eleştirmenler, sanat tarihçileri, galericiler,
kültür yöneticileri, küratörlerin geneli bırakın açılışlara gelmeyi, sergileri
gezmekten imtina etmiş durumdalar. Bazen gidilmemiş, görülmemiş sergilerin
haberleri ortalıkta geziniyor. Ama çoğunlukla basın bültenlerine, “facebook
event” lerine “mailing”lerdeki birkaç görsele bakıp geçiliyor; ya da hiç
ilgilenilmiyor. Sadece; bazı açılışlar geziliyor, yazılıyor, gündeme çekiliyor.
Her şeyin; ilişki ağları etrafında döndüğü, içine kapalı tuhaf bir düzenek
hali. Bu manada sanat liberalleşmiyor; içine çekiliyor, belli ilişkiler
üzerinden şekillenen bir feodal cemaate dönüşüyor.
Peki; hiç alternatif, insiyatif, muhalif hal-yok mu
diye bir soru gündeme gelebilir. Bienaller ya da kurumsal sanat yönelimleri
karşısında görülen muhalif tutumlar ya pratikten yoksun, sadece simgesel bir
sinizm kolaycılığına; ya da “ben neden orada değilim” hassasiyetlerinin yan
yana getirdiği yönetime el koymaya hazır, muhafazakar bir reflekse dönüşmüş
durumda.(Fonlar ve benzer programların getirisiyle sanat üretip ya da başka işlerden
yaşamanı kazanıp kendini piyasanın dışında konumlandıran, “ben ticari sanat”
yapmam-diyen refleks ise ayrı bir soruşturmanın konusudur.)
İlk konumun sonucu hiçbir şey yapmayıp kıyamet
söylemlerine bürünen sinik peygamberler ya da Bienal’lere karşı ulusal sergi
yapmaya soyunan eskil bir refleksten öteye gidemiyor. İkinci konumun sonucu ise
genel de daha trajikomik. Eleştirel gözüktüğü müze yönetimlerini devralmak
isteyen, dar ilişki ağına sahip kültür yöneticileri ve Bienal’lere çağrılsa
koşaraktan gidecek sanatçılardan oluşuyor.
Sonuçta güncel politikada sarf edilen, 80 öncesine
dönme paranoyasıyla at başı giden, güncel sanatın 90 öncesine dönme travması,
tuhaf bir şekilde benzeşir hale geliyor. Tarih neydi aslında, yazılan sahte
tarihler dışında neler yaşandı, deneyimlendi; birikimler bu gün bağımsız
sanatın yelkenine rüzgar üflüyor; yaratılan toz duman arenasında belirsizleşir.
Her şeyin kültür endüstrisine endekslendiği sanat
ortamında işleyen matematik aslında basittir. Kaynak, konum, alıcı/satıcı, unvan
kısıtlı; ama buna karşı sanat aktörü sayısı ise astronomik ölçüde yüksektir.
Ortada sınıfsal bir çatışmadan bahsetmek zor; akla gelen en sağlıklı tanımlama
ise ancak çıkar çatışması olabilir. Söz söylememin riskli hale geldiği, sanatın
görece özgür addedildiği ve bir kariyer planına dönüştürüldüğü ortamda;
sanat/sanatçı miti gitgide büyütülüyor,
sanatçı enflasyonu/egosu/erk’i kuvvetleniyor; toplum denilen kara deliğin gölgesinde git
gide büyüyen vahşi bir av sahası olarak.
Sürekli çok seslilikten bahsedilirken, pratikte
sanat tarihçi, akademisyen, eleştirmen, müze yöneticisi, danışman,
galericilerin aynı kişiler olduğu bir tuhaf oligarklaşma süreci yaşanıyor. Tüm
işleyişi, kendi programları, deneyimleri, ilişki ağları ve çıkarlarına göre en
fazla 20-30 kişinin belirlediği patalojik bir “çok seslilik” hali. Kanaat
önderlerinin sözleri göndergesi meçhul birer gösterge gibi kabul görüyor,
sınırlar çiziliyor, sanatçı ise hep biat ediyor.
Konumların, saflaşmaların, tutumların belli dünya
görüşlerine ya da sanatsal duruşlara bağlı olmadığı, bu av sahasında tüm
tanımlarında içi boşaltılıyor, her şey “miş gibi” yapılan bir jestler bütününe
indirgeniyor.
Örneğin sansür konusu; iktidarın baskın
totaliterliğinden ve onu besleyen/onla beslenen toplumsal refleksten koparılıp,
kariyer arayışlarına, medya savaşlarına, “star”lık beklentilerine dönük bir
oyuna dönüşmüş durumda. Mesela, herkes Bubi /Çalıkoğlu krizini konuşurken,
kimse Cumhuriyet dönemi sanatında kadın sanatçıların toplu bir fotoğrafını
çekme iddiasındaki “Hayal ve Hakikat” başlıklı sergisine kimin, hangi ölçüt ile
dâhil edildiği; kimin, niçin dışta bırakıldığını sorgulamıyor. Kimse, hakim
ilişki ağlarının dışında bırakılma, görünmez kılınma korkusunun kendisinin en
büyük sansür/oto-sansür düzeneği olduğunu idrak etmek istemiyor.
Big Brother’ın sansür ve baskını -nedense- gözler tam seçemezken, zaten ilişkilenmeye
çalışılan piyasanın sansürüne karşı kör bakılıyor. Herkes, istediğini üretmekte serbest; galerici, yönetici, müzayedeci, menajer ya da
spekülatör hiçbir karışmıyor-deniliyor. Fakat kimse de, etrafımızı işgal eden
büyük, gösterişli, efektli, teknolojik, dekoratif uzayı da açıklayamıyor. Kimse;
konsept diye gözümüzün içine sokulan sürekli, ‘Derrida, Foucault,
Deleuze” parçalayan, her şeyi bunlarla açıklayan ama iş ile propektüs arasında
hiçbir bağlam kuramayan kavram terörünü sorgulamıyor. Kimse; hakim dil/imge
dışında olan varoluşların görünmez kılınmasını, sukut suikastlarını; git gide
büyüyen çölleşmeyi düşünmek istemiyor.
Kuşkusuz bu satırlardaki en büyük eleştiri(ya da
özeleştiri) sanatçılara yönelmiştir. Ama burada en çıplak ve ortada konumda
olan da; üreten ve sergileyen sanatçı değil midir? Sadece belli sanatçıları,
tavırları, oluşumları sıralayıp durarak sanat tarihini yazdığını düşünen
kalemler, sadece ilişkide olduğu galerileri/sanatçıları haber yapan
gazeteciler, haberin parasını alarak yazan eleştirmenler ise hep gölgede kalıyor.
Sürekli belli listeleri gündeme taşıyan küratörler,
hiç riske girmeden sergileme politikası kuran müzeler, koleksiyoner tercihi
gibi soyut kavramlara yenik galericiler; bu listeye eklendiğinde piyasa
sansürü(oto-sansürü) dediğimiz şey, tam da Baudrillard’ın o keskin tanımıyla
“sanatın komplosuna” dönüşüyor.
Peki ya hayat?
Gerçeklik Terörü koşullarında sanata uzunca
baktıktan sonra, burada işleyen neo-liberal modelin, küre çapında gündelik
hayatın her alanını/anını işgal ettiği
gerçekliğini de görmezden gelemeyiz.
Hayatımızı kaplayan ve artık sıradanlaşan,
şirketlerin dünyası içinde üretilmiş kod sistemlerini açıklamak için artık
yabancılaşma, nesneleşme, meta-fetişizmi, gösteri gibi tanımlar yetersiz
kalmaktadır. Enerji, su gibi temel kaynakların 100 yıl içersinde tükeneceği
gerçeğine rağmen, tamamen tüketim üzerinden uçuruma koşarak ilerleyen küresel
insanlık durumu; daha fazla tüketim, haz, şöhret, erk için bir birlerini
parçalayan bir vahşi tür gibidir.
Bu noktada;
modern uygarlığın türettiği siyasal (majör ya da minör) konumlamalar,
ideolojiler, inançlar var olan sahte gerçeklikleri yeniden ve yeniden üreten
simülasyon aygıtlarına dönmüş durumdadır.
Peki; gerçeklik bir terör, kitlesel bir deli
gömleği, bir çelik kafes gibi her anımızı kuşatmışken, “ umut nerede” sorusunun
yanıtı hangi yörünge de? Her yanımız kameralar, ekranlarla çevrelenmiş, her an
ağa bağlanabilirken, demokrasi ile tek ilişkimiz oy atmakken, her şey aynılaşır
ve içi boşalırken; umut?
Sigara yasağı, masa yasağı, tütün yasağı, beyaz emek
yasağı, alkol günah derken gündelik hayatın her alanı iktidar tarafından
rasyonalize edilmiş ve bedenin kendisi tahakküme bağlı bir bio-politik nesneye
çevirmişken, nerede gizil kalmıştır “mümkün olan başka bir dünya"
Hâkim söyleme göre,
gerçeküstü reddiye rüya görme ya da düş kurma lüksüyle ilgidir.
Entelektüeller bile günlük hayat içinde olmayacağını düşündükleri bir mecrayı
tarif için “ne kadar gerçeküstü bir durum” der haldeler. Oysa koca Benjamin’in dediği
gibi” Esrarı ancak gündelik hayat içinde bulduğumuzda, yani gündelik olanı
anlaşılmaz, anlaşılmazı da gündelik olarak gören diyalektik bakış sayesinde
anlayabiliriz”.
İşte ütopik, auratik, otonomik uzaylara; “şimdi ve
burada” sızmak için olağanüstü bir tavşan deliği.
Küçük Kâhinsel Çekince ve Reddiye
Tüm atalete, bencilliğe, karanlığa tutkuya, konfora
bağlılığa, sınıf atlama hülyasına, meşhur olma sevdasına rağmen insan bunu
başarabilir mi? Modernin boğucu ninnisi halini almış içi boş hümanizme,
liberalizmin uzlaşmacılık amentüsüne ve siyaseten doğruculuğun söylem/eylem
sansürüne rağmen; yeni bir düş için yeni
bir insan dirilebilir mi?
İşte tam burada, tarihsel bir çatırdama anında, yeni
insanı çağırmak için Baudrillard’ın kusursuz cinayet formülü devreye girer:
‘Her ne pahasına olursa olsun anlaşma ve uzlaşma
ilkesi, bazen “nihai çözüm”e varan bir son çözüm ilkesidir. İnsanın ikircikli,
boyun eğdirilemez ve de akılcı bir varlığa dönüştürmek için içinden kötülüğü
çekip çıkarmanın hiçbir işe yaramayacağı bir hayvan olduğunu anlamak için hiç
de psikanalize gerek yok. Bununla birlikte bütün ilerici ideolojilerimiz bu
saçmalığa dayanmaktadır.
O zaman, evcilleştirilemez olduğu için ve doğal
olarak kine dönüşen bir tortu, işlenmeden kalır. Bu anlamda nefret, virüs gibi
bulaşıcı tutku; aynı zamanda yaşamsal bir tutkudur. Düzenin kusursuzluğuna
karşılık, nefret en son aşamada verilebilecek yaşamsal bir tepkidir.’
O zaman; Londra ya da Atina’nın arka sokaklardan
şehrin kalbine sıçrayan ateşleri, gerçekliğin terörüne karşı bir yaşamsal tepki
olarak okumakta mümkündür.
Ve son bir soru…
Yeni bin yıl; büyük altüst oluşların telaşıyla ilerlerken,
sanat hayata karşı ödevini düşünmekte gecikmedi mi?
R.A.
Mayıs
2012/İstanbul